Kunduracı Kıvırcık Kerim ustanın çocuk
ayakkabısı ürettiği atölyede kesicilik yapıyordu Arif amca… Sessiz,
sakin biriydi. Söze fazla karışmaz, sorulmazsa dinlemeyi tercih ederdi.
Nedense yaşını ve nereli olduğunu söylemiyor, geçmişiyle ilgili
soruları geçiştiriyordu. 55-60 yaşlarında gösteriyordu. Yılların
yorgunluğu bedenini vaktinden önce çökertmişti.
Merkez Bankasının arka aralığında, yukarı çıktıkça daralan yolun
arabalara geçit vermeyen köşe başındaki dükkânın alt katındaydı kundura
atölyesi. İki ayak merdivenle inilen dükkânda sıkış tepiş çalışıyordu
elemanlar. Çalıştıkları dükkân eskiden çok bakımlı bir evken, giderek
çarşının ortasında, esnafın içinde kaldığından oda oda kiraya verilen
eski bir yapının bir zamanlar mutfak olarak kullanılan bölümüydü.
Bu bölümün eskiden mutfak olduğu sonradan açıldığı gün gibi aşikâr
sokak kapısından içeri girince sağ köşedeki eski ocağın bacasından
anlaşılıyordu. Ocağın boşluğuna küçük bir tahta masa koyulmuş, etrafına
iki tahta sandalye yerleştirilmiş, atölye sayacısına tezgâh
oluşturulmuştu. Sayacı tezgâhının soluna düşen duvar dibinde saya
makinesi, onun sağında da Arif amcanın saya kestiği, kalıptan çıkan
ayakkabıları satışa hazırladığı masa vardı.
Ayakkabıyı kalıptan çıkarmakla iş bitmiyordu kunduracılıkta. Kalıba
çekilirken, sayayı ağızdaki meşine monte çivisi çakarak kalıba
tutturmaya yarayan fazlalıklar kesici bıçağıyla temizlenirdi öncelikle.
Sonra içine mostralık astar koyulur, saya koyu renkse rengine göre
boyayla ayakkabının ağzı boyanır, ispirto ateşine tutulur, tavlanırdı.
Tavlanan ayakkabı temiz bir bezle güzelce silinir, üzerindeki kirler
giderilir, en son burun ve topuk kısımları bir birinin aksi istikamete
bakar vaziyette çiftleştirilir, karton kuyuya koyulur, satışa hazır
hale getirilirdi.
Tamamı genç ve bir o kadar da atak 4 kalfanın ve kalfa
yardımcılarının bir gözü pencerelerde olurdu sıcak havalarda...
Yukarıdan geleni ve dükkânın önünden geçeni görmeye yarayan iki
penceresi vardı zeminden bir metre kadar düşük dükkânın. Hele yukarıdan
aşağı doğru dekolte giyimli biri yaklaşmaya görsün, zaten tetikte
bekleyenlerden biri Aalllaaaah diye bir çığlık attı mı, birden bütün
çalışanlar elindeki işlerini bir tarafa sıpıtır, camların önüne koşar,
gelen genç ve alımlı bayanları izlerdiler adeta podyumdaki mankenleri izlercesine...
Bir tek Arif amca koşmazdı camın önüne Aalllaaahhh çığlığını duyunca.
Yaşı mıydı, inançları mıydı, yoksa yapılan işin saçmalığı mıydı
bilinmez ama Arif amca bir kez bile kafasını çevirip bakmazdı cıbıl
bayanlara. Farz edin ki külotunun rengini gördünüz, elinize ne geçecek
der, gençlerin yaptıkları terbiyesiz dikizciliğin anlamsızlığını anlatmaya
çalışırdı.
Bir tek sohbet konusu vardı ki o konu açıldığında Arif amcanın ağzı
bir türlü kapanmadığı, anlatırken kendinden geçtiğinden ağzının
kenarından köpükler çıktığı konu definecilik konusuydu. Definecilik
hastasıydı Arif amca. Definecilikten söz açıldığında Arif amca dünyasını
unutur, konuşur da konuşurdu.
Arif amcanın büyük bir kararlılıkla sürdürdüğü iddiasına bakılırsa
define bulmak hiç de zor değildi onun için. Ben buradan çıkıp Uludağ’a
doğru yürüsem, Uludağ’ı aşıp dağ ardına erişsem, Kütahya’ya kadar
birçok yerde gömülü olduğunu bildiğim defineyi elimle koymuş gibi
bulurum derken dükkânda bulunanlar gülmekten kendini alamazlardı. Neden
gidip almıyorsun da burada çile çekiyorsun diye soru sorana, ters ters
bakmış, biraz duraladıktan sonra, her şeyin vakti saati var evlat diye
cevaplamıştı.
Bu işin sırrı nedir, defineyi nasıl buluyorsun? Diyene de küçümser
ifadelerle bakmış, gayet basit demişti cevaben. Y Biçimi çatalı olan
bir fındık dalı bulacaksın. Sap ve Y biçimli iki dalını birer karış
uzunluğunda keseceksin, üzerlerindeki kabuğu bıçakla temizleyeceksin,
çatalın bir tarafına Arapça harflerle Allah, diğerini Muhammed
yazacaksın. Sap tarafına da Arapça besmele yazacaksın, araziye
çıktığında iki elinle çatalı tutacak, sap tarafını ileri uzatırken özel
duayı okuyacaksın, uzattığın tarafta define varsa sen engellesen bile
çatalın ucu defineye doğru döner, definenin nerede olduğunu belli eder.
Dalın işaret ettiği yeri kazarsın, defineyi çıkarırsın, torbana
doldurursun, Bursa’ya geri döner, keyfini sürersin… Yaşlı adamın bu
denli kesin konuşması alaylara sebep oluyordu. Kıvırcık Kerim usta bir
Arif amcanın gıyabında kendine has bir üslupla adam define bulduğundan
bahsediyor, üzerinin döküldüğünü görmüyor. Adamın ceketinin yakasından
iki tencere kuru fasulye pişirecek kadar yağ var, yine de zengin
edebiyatı yapıyor. Avcılar bir, defineciler iki. Bu iki grup insanın
Allah bir demesinden başka bir sözüne inanmayacaksın derken dinleyiciler
gülmekten yerlere yatıyorlardı.
İşlerin yavaşladığı döneme girildiğinde bir cumartesi günü Arif amca
haftalığını almış, eski elbiselerini ve özel eşyalarını bir poşete
doldurmuş, Kıvırcık Kerim usta ve diğer çalışanlarla vedalaşırken
kendisine nereye gideceği soruldu. Yaşlı adam atölyede bulunanların
kendi hakkında beslediği düşünceleri biliyordu, buna rağmen,
‘’Uludağ’a define aramaya gidiyorum’’ demekten de kendini alamamıştı.
Uludağ’ a define aramaya gidiyorum’’ sözünü öyle bir içten, öyle
büyük bir samimiyetle söylemişti ki yaşlı adam, onu duyan sanki pazara
elma, armut almaya gidiyorum dediğini zannedebilirdi. Yaşlı adam
arkasından gülüşenlere hiç kızmadı. Neticede hepsi cahil insanlardı,
kendisini anlamamaları çok normaldi.
Arif amca dükkândan çıkınca doğru Çancılar
çarşısına gitti, inşaat malzemeleri satan bir dükkâna girdi, tam 20
metre gayet sağlam polyester urgan kestirdi, parasını ödedi, diğer
ihtiyaçlar için çarşının diğer bölümüne yöneldi. Bir başka dükkandan
pilli lamba aldı, onu da diğer eşyaların yanına yerleştirdi.
Dağ
yolculuğu için lazım olan malzemelerin hepsini tamamladı, Piremir
semtindeki gecekondusuna giderek yatağına uzandı. Arkadaşlarından biri
20 metrelik urgan aldığını bilmiş olsaydı mutlaka şaşırırdı. Çünkü bu
güne kadar Uludağ’a çıkışlarında yanında urgan götürmeye gerek
duymamıştı.
Atı yoktu ki dönüşte bir at yükü odun indirsin. Bir
top sağlam keten ipi dağda birçok işe yarardı, 20 metrelik urganın ne
işe yarayacağını ise Arif amcadan başkası öldür Allah bilemezdi. Bundan
haftalar önce Uludağ’a bir çıkışında Bakacak tepenin Bursa’ya bakan
tarafında, tepeyle tepenin oturduğu tabanın tam ortalarında,
kayalıklarda, girişi küçük ağaçlarla örtülü bir giriş bulmuştu. Giriş
ne in olacak kadar küçük ne de mağara denilecek kadar genişti.
Yanına
yaklaşana kadar böyle bir manzarayla karşılaşacağını düşünemezdi bile,
zira gördüğü manzara gerçekten de çok sıra dışıydı. Bunca yıldır
Uludağ’da dolaşırdı, böyle bir manzaranın olabileceğini ne duymuş ne de
görmüştü. Çok yanına yaklaşana kadar girişin farkına bile varamamış,
girişi tesadüfen bulmuştu.
Kayalıkların balkona benzer çıkıntı
yaptığı bir yerde, yukarı kısımda 2 metre aralıkla iki delik, onların 3
metre kadar altında bir başka delik daha vardı. 3 deliğin görünümü tam
olarak bir insanın kafatasını andırıyordu. Sanki üstteki 2 delik göz
çukuruydu da, alttaki delik ölmüş ve etleri dökülmüş bir insanın ağzına
benziyordu.
Üst taraftaki, göz çukurlarına benzeyen oyuklara
girmiş, 1, 5 metre sonra oyukların son bulduğunu görmüştü. Geriye bir
tek ağza benzer giriş kalmıştı fakat ağzın girişi sağa keskin bir dönüş
yapıp aşağıya doğru meyil aldığını görünce daha fazla ilerlemeye cesaret
edememiş, geri dönmüştü.
Çarşıdan aldığı 20 metrelik sağlam
urganı işte o girişe girebilmek için kullanacaktı. Sırtüstü yattığı
yerden hayaller kurarken uyuya kalan Arif amca sabahleyin horozların
ötüşmesiyle uyanınca ‘’yolcu yolunda gerek’’ diyerek yüzünü yıkadı, bir
gün önceden hazırlayıp kapının yakınına bıraktığı malzeme torbasını
sırtına vurdu, evden çıktı, Teleferik yönüne gitmek üzere yola
koyuldu.
Teleferik binası yakınlarında küçük bir çay ocağına
girdi, bir çay söyledi, kahvecinin evde yaptırarak satışa çıkardığı
çöreklerden iki tane aldı, peş peşe söylediği çaylarla birlikte yiyerek
karnını doyurdu. Çay ocağından çıktığında karnı iyicene doymuştu Arif
amcanın. Sonra en yakındaki ekmek fırınına yöneldi, fırından yeni
çıkmış, sıcak ekmeklerden fazla fazla aldı, torbasına attı.
Ekmeği
özellikle fazla almıştı, çünkü Uludağ’a çıkınca, önceden yapılan
plan, programlar hiçbir işe yaramıyordu, canı ne zaman isterse geri o
zaman dönüyordu, yanındaki ekmek biterse dağ başında cebindeki para işe
yaramazdı, bu yüzden ekmeği fazlasıyla almıştı. Karnı toktu, sırtı
pekti, ekmek de torbaya girmişti, öyleyse Uludağ’a çıkmasını
engelleyecek bir manisi kalmamıştı.
Arif amca şehir merkezinden
gelerek Siteler istikametine giden bir belediye otobüsüne bindi,
Kaplıkaya camisinin önündeki durakta otobüsten indi, onu indiren
otobüsün sola döndüğü noktada karşıya geçti, Kaplıkaya parkına girdi,
Kaplıkaya deresinin kıvrıla kıvrıla yukarı çıkan dere yatağını takip
ederek sabahın serinliğinde Bakacak istikametine doğru yürüdü de yürüdü.
Kaplıkaya
deresinin yatağını takip ederek yukarı doğru tırmanan patika bazen
suyun sağına bazen de soluna geçiyordu. Sat erken olduğundan dere içinde
Arif amcadan başkası görünmüyordu, derede aka billur gibi suyun
çıkardığı su sesinden başka da bir ses duyulmuyordu. Adını yer yer 7-8
katlı bir apartmandan daha büyük kayaların bulunduğu kayalıklardan alan
dere iki yakanın en dar olduğu mıntıkadan sonra aniden genişliyor,
genişlerken de arazinin eğimi giderek düzeliyordu.
Eski
dağcıların ‘’kapı’’ dediği yerdi burası. Bir zamanlar dere kıyısında
ufak ufak su değirmenlerinin kurulu olduğu arazi, su değirmenlerinin
modasının geçmesi ve zamanla da yıkılmasıyla binalardan eser kalmamıştı.
Buradan Bakacak tepenin oturduğu zeminin yanına varana kadar yol
nispeten düzeliyor, tepenin eteğine gelince ise aniden yükseliyor,
aşağıdan bakılınca bulutların arasına gidiyormuş gibi hissediliyordu.
Tepenin,
3 tarafı dağlarla çevrili eteğine varana kadar acele ediyordu Arif
amca. Çünkü ondan sonrası hakikaten çok zordu; yolu, göğe çevrili bir
işaret parmağına benzer biçimde aniden yükselen bir tepeye doğru
gidiyordu. Güneş yükselip yakıcı olmadan önce gidebildiği kadar yol
gitmek istiyor, bu nedenle molalarını kısa kısa vermek zorunda
kalıyordu. Tepenin eteğine varınca başını kaldırdı, aniden yükselen
Bakacak tepeye hayranlıkla bakakaldı.
Bu yoldan Bakacak tepeye
ulaşabilmesi her babayiğidin harcı değildi elbet ama Arif amca yılların
dağcısı ve çok istekli bir defineci olduğundan bütün zorlukların
üstesinden gelmeye kararlıydı. Zor işler güçlü insanların
halledebileceği, altından kalkabileceği işlerdi. Zayıf insanlar sıkıntı
çekmek istemeyen, dağdan uzak duran, bu nedenle de sigara dumanı
soluyarak kahve köşelerinde ömür tüketen insanlardı.
O mağaramsı
girişi tesadüfen bulduğu günden beri Arif amca aklını oraya takmıştı,
yatıyordu, kalkıyordu, geziyordu, oturuyordu, su içiyor, ekmek
yiyordu, o girişi Aklından çıkaramıyordu. Bir ara gençten bir yol
arkadaşı bulmayı düşünmüş ise de bulabilirse hazineyi paylaşmak
istemediğinden yanına hiç kimseyi çağırmamıştı.
Hoş çağırsa da
Arif amcanın kurduğu hayallerin gerçekliğine inanacak kaç kişi vardı ki
koca Bursa’da, Arif amcanın peşinden gitsindi?
Kafasını kaldırdı, bulutlarla bir seviyede gibi
görünen tepeye baktı. Durduğu yerden tepe ulaşılamaz, erişilemez gibi
görünüyordu. Bir anlığına karamsarlığa düşmüş olsa da bulacağı hazinenin
cazibesi hatırına gelince aklındaki negatif düşünceyi kışkışladı,
içinden bir besmele çekerek tırmanmaya başladı.
Arif amcanın tırmandığı tepede ne yol ne de iz vardı. Sırtını
Bursa’ya çevirmiş, elleriyle kayaları, ya da ağaç köklerine tutunarak
kendini yukarıya çıkıyor, sonra bir başka engeli aşabilmek için
vücudunu zorluyordu. Ayağı bir kaymış olsa, düştüğü yerde paramparça
olacağını aklına bile getirmeye korkarak sürekli tırmanmaktan elleri
şişmiş, kan ter içinde kalmıştı.
Tırmandı, tırmandı, tırmandı. Soluğu kesilince biraz soluklandı,
ardından yeniden tırmandı. Tam pişman olmaya başlamıştı ki haftalardır
hayalini süsleyen mağaramsı oyukların girişini gizleyen terasımsı
çıkıntıya çıktı, derin bir soluk alarak kendini yere attı, sırtını
kayalara dayadı.
Şu anda Bursa’ya tam karşıdan ve en aşağı 1000 metre yukarıdan
bakıyordu. Yaz sıcağı Bursa ovasını etki altına aldığından ova puslu
görünüyordu. Arif amca çıkarken çok terlemişti, uzaktan bakınca
erişilemezmiş gibi görünen yalçın kayalara sırtını dayayıp oturunca 1000
metre yukarıdaki serin hava Arif amcayı üşütmüştü. Nihayet işin en zor
kısmını halletmişti, bundan sonrası çocuk oyununa benziyordu.
Mağarada bulacağı hazineyi düşünmek Arif amcanın bütün yorgunluğunu
gidermişti, ayağa kalktı, bir an önce işe koyulmak istedi. Çarşıdan
aldığı kalın urganı çıkardı, bir ucunu aşağı doğru ine girişin önünü
kapatan bodur ağacın gövdesine doladı, her ihtimale karşı 3 tane kör
düğüm attı.
Boşta kalan uca da iri bir taş bağladı, delikten aşağı salladı. Taş,
şişman bir insanın sürünerek rahatlıkla girebileceği genişlikteki
girişin duvarlarına çarpa çarpa aşağı inerek tok bir sesle tabana
vurunca Arif amca kat edeceği mesafenin en fazla8-10 metre olacağını
anlamış, biraz da olsa ferahlamıştı.
Tek başına bin metre yukarı tırmanan bir insan 8-10 metreyi nasıl
olsa rahatlıkla aşabilirdi, aşınca da hayallerini süsleyen hazineyi
bularak Bursa’ya zengin bir insan olarak dönmesine sayılı dakikalar
kalmıştı. Uludağ’da yüzlerce mağara varken ve hiç birisinde böyle ümide
kapılmamışken burada hazine bulacağına inanması tamamıyla mağaranın bu
güne kadar gördüğü en sıra dışı mağara oluşundandı.
Bursa civarında yaşamış eski insanların hazineyi saklamak isterlerse
bundan daha elverişli bir yer bulabileceğine ihtimal vermediğinden bu
mağarada define bulacağına neredeyse iman etmişti. Sırtını mağaranın
girişine verdi, ipe tutunarak aşağı doğru kaymaya başladı. 2 metre
kadar gitmişti ki tünele benzeyen giriş önce sağa, 2 metre kadar
sonrada sola dönmüştü.
Tünelin mehili giderek dikleşiyor, neredeyse baca gibi dimdik aşağı
iniyordu. Şu an elleriyle ipe tutunurken ayakları baca duvarına dayanmış
gibiydi. Allah hayırlar versin diyerek kendini yavaş yavaş aşağı
salmaya devam etti. Aşağı doğru en fazla 5 metre kadar inerken sadece
birkaç dakika geçmişti ama bu birkaç dakika Arif amcaya saatler kadar
uzun gelmişti.
Kayalara dayadığı bacakları sert kayalara sürtünmekten berelenmişti,
ipe sıkı sıkıya tutunmaktan kol ve omuz kasları kopacak kadar ağrımaya
başlamıştı. Derken ayakları zemine basınca Arif amca derin bir ooh
çekti, torbasından çıkardığı pilli feneri yakarak etrafını araştırmaya
başladı. Geldiği yolu saymazsa gidecek tek yol karanlıklar içinde uzanan
dehlize benzer bir yoldu, Arif amcanın da bu yolu takip etmekte başka
bir çaresi yoktu.
Dehlizin duvarları yosun kaplıydı, bazı yerlerden sular damlıyordu.
Arif amca soluk almakta zorlandığını hissetti. Dehlizde hava azdı ve var
olan hava da küf kokuyordu. Orta boylu bir insanın eğilmeden yürümesine
imkân verecek kadar yüksekliği olan dehlizi takip eden Arif amca ister
istemez gerilmişti. En ufak bir ses, en ufak bir çıtırtı duyduğunda
duruyor, etrafa kulak kabartıyor, kimsenin olmadığını anlayınca
ilerlemeye devam ediyordu.
Dehlizde 10 dakika kadar ilerlemişti ki bir salona benzeyen genişliğe
ulaşınca gözlerine inanamaz olmuştu. Salon büyüklüğündeki genişliğin
duvarları rengârenk renklerle pırıl pırıl parlıyordu. Mavinin, yeşilin,
sarının, kırmızının yüzlerce tonu göz kırpan ışıldaklar gibi parlayıp
sönüyor, genişliği gece kulüplerine benzer bir hava veriyordu.
Dağın içinde, girişin 10 metre kadar altında, böylesine bir
manzarayı rüyasında görse inanmaz, korkudan dudakları uçuklardı yaşlı
adamın ama buradaki muazzam ortam resmen büyülemişti, etrafı
hayranlıkla seyrediyordu. Gördükleri büyü müydü, sihir miydi, yoksa
daha önce hiç görmediği, varlığını dahi bilmediği yaratıkların eseri
miydi bir türlü karar veremiyordu.
Bildiği bir şey varsa buradaki enteresan görüntü asla kendisi gibi
bir âdemoğluna ait olamazdı. Işıltılı salonun diğer ucundaki tünelde
ilerlemeye devam etti, 3-4 dakika gitmişti ki bir öncekinden daha
geniş, daha ışıltılı bir başka salona çıkınca bir anlığına nefesi
kesilecek sandı.
Tam bir dikdörtgen biçiminde oluşan salon muhtelif renkteki ışıklarla
bezeliydi ve ortalık gün ışığı almış gibi göz kamaştırıcı bir aydınlığa
sahipti. Bakışlarını uzaktaki sağ köşeye çevirince dudaklarından bir
aman Allah’ım nidası dökülüverdi. Sağlığında sırtını taş duvara dayamış
da canını böylece teslim etmiş gibi 3 insan iskeletini görmek Arif
amcayı müthiş korkutmuştu.
Korka korka iskeletlerin yanına gitti, pilli fenerin ucuyla
iskeletin bir tanesinin bir zamanlar başı olan küreye dokununca delikli
küre yerinden koptu, yerde yuvarlanarak Arif amcanın bacaklarının
dibine düştü. Ağız ve burun kısmı yukarı, kendini dehşetle seyreden
Arif amcaya dönük duran kuru kafa yattığı yerden sırıtıyor gibiydi.
Arif amca buraya geldiğine bin kere pişman etmişti, bir an önce
kaçmak istiyordu ama merakı ağır bastı, karşı köşedeki yerden bir
metreye kadar yükselen iri bir kayanın ardına bakınca gözlerine
inanamadı.
Bütün hayatı boyunca görmek istediği manzara bir
anda gözlerinin önüne serilmişti. Gözlerine inanamıyor, yanlış görmüş
olmaktan, gördüklerinin bir anda silinip gitmesinden korkarak gözlerini
ovuşturuyordu.
Yerden bir metre kadar yüksekliği olan iri kayanın arkasında, köşeye
bırakılmış bir öbek altın ben buradayım diyerek pırıl pırıl parlıyordu.
Arif amca birden altın öbeğinin üzerine atladı, avuçladığı altınları
başından aşağı saçmaya başladı. Bir yandan altınları havaya atıyor, bir
yandan da sevinç çığlıkları atıyordu.
Sevinmek onun yerden göğe kadar hakkıydı. Bu zamana kadar gariban bir
hayat sürmüş, yarı aç, yarı tok yaşamıştı. O sevinmesin de kim
sevinsindi? Kendini yerlere atıyor, yerde taklalar atıyor, ayağa
kalkıyor, hopluyor, zıplıyor, kendini tekrar yerlere atıyordu.
Bitmişti, gariban hayatı sona ermiş, parasızlık çektiği günler
bitmişti. Bundan sonra herkesin kıskanacağı bir hayat sürecekti.
Canı istediği zaman İskender kebabın en alasını yiyecek, üstüne
bugüne kadar iki tanesinden fazlasını yemeye güç yettiremediği kestane
şekerinin en babasını lüpletecekti. Garibanlıktan, cebinde parası
olmadığından giremediği Bursaspor’un maçlarını bundan böyle kapalı
tribününden seyredebilecekti.
En basiti gecekonduda yattığı uzun kış gecelerinde sobayı yakacak
odun-kömür olmadığından titrerken artık insan gibi yaşayacağı bir mekâna
taşınacak, kış gecelerini sıcak odasında, sıcak yatağında
geçirecekti. Kim bilir, parası olunca gece yatağını paylaşacak ehli
namus bir kadını da eş olarak alabilir, hayatını nikâhına aldığı bir
kadının arkadaşlığı eşliğinde sürdürebilirdi. Saatler durmuş, vakit
ilerlemiyordu.
Varsın ilerlemesindi… Parası olana vakit ilerlemese de olur, saatler
geçemese de olur, takvimler ve hatta mevsimler değişmese de olurdu…
Neler yoktu ki bulduğu hazinenin içinde. Altın vazolar, çanak biçimi
altın eşyalar, küçük altın hayvan figürleri işlenmiş altın heykeller,
parmak kalınlığında bilezikler, boyunluklar, kenarı tırtıklı paralar,
daha neler neler.
Altın eşyaların yanı sıra daha önce ömrü boyunca görmediği, adını
bilmediği, kan kırmızısı, camgöbeği mavisi, Uludağ yeşili renkli göz
alıcı taşlar vardı. Biraz sakinleşip kendine geldiğinde elinin altındaki
hazinenin ederini kafasında tartsa da bir türlü ne kadar para
yapacağını bilemiyordu. Miktar olarak ne kadar para tutacağını bilemese
de sahip olduğu hazine hayatının bundan sonrasını bolluk içinde
geçirmesi için fazlasıyla kafi gelmesini biliyor olması yeterliydi.
Yanında getirdiği torbayı yere döktü, henüz soğumamış taze ekmekten
koca bir parça kopardı, ağzına attı. Ardından su şişesini kafasına
dikti, kocaman bir fırt çekti, geri kalanı yere döktü, hazineyi son
kırıntısına kadar torbasına doldurmaya kararlıydı. Yere yayarak ağzını
açtığı bez torbaya altınları iki eliyle doldururken kayaların
çatlaklarından, taşların altından sızarak hazine odasına dolan gaz
benzeri dumanlar görünüşü kısıtlamış, hava almasını zorlaştırmıştı.
Arif amca aniden değişime uğrayan ortamdan endişeye düşmüştü, acele
acele altınları torbaya doldururken havaya sızan gazlar yoğunlaşarak
mırıldanarak insana benzer bir varlığa dönüşüyordu. İnsansı bir görünüme
dönüşen varlıklar yaklaşık 70-80 santim boyunda, çekik gözlü, çıkık
elmacık kemikli, kareye benzer suratlı, enlemesine genişliğe sahipti.
Sayıları giderek artıyordu. Sayıları arttıkça Arif amcaya doğru
yöneldiler, kollarıyla ters orantılı çok uzun, çok ince parmaklarını
Arif amcaya uzatarak tensel temas sağladılar. Arif amca kendisine temas
eden varlığı önce yılan zannetti, yılana şerbetli olduğundan fazla
önemsemediyse de bir anlığına kafasını kaldırınca göz göze geldiği
varlığı görünce korkuyla irkildi, elindeki torbayı atarak ayağa
kalkmaya çalıştı. Varlıkların sayısı arttıkça cesaretleri artıyordu,
sarmaşık filizine benzeyen parmaklarıyla Arif amcanın bedenine değmek
istiyorlardı.
Arif amcanın bedenine temas etmeyi başaran varlıkların değdiği yer
anında ateş değmiş gibi yanıyordu. Canı yanan ve çare bulmazsa giderek
de yanacağa benzeyen Arif amca birden silkindi, kendisine değmek,
böylece yakmak, kavurmak isteyen canlı varlıklara karşı kendini müdafaa
etmeye başlamıştı. Görünümleri çok çirkin ve bir o kadar da korkutucu
olan canlı varlıklar oldukça güçsüzdü, Arif amcanın can havliyle
savurduğu yumruklar 3-5 tanesini yere deviriyordu. Fakat yere düşenlerin
yerine çok daha fazlası peydah oluyordu.
Yumruk, tekme atarken de bildiği bütün duaları tekrar tekrar okuyan
Arif amca yumruklarıyla, tekmeleriyle karşısında sayısı giderek artan
canlı varlıklarla mücadeleyi daha fazla sürdüremeyeceğini anlamış, en
yakındaki çıkışa doğru gidebilmeyi amaçlıyordu. Tercih ettiği çıkış
geldiği yolun aksi istikamette olmasına rağmen Arif amca duyduğu korku
ve yaşadığı panikle sağlıklı düşünemiyor, bir an önce hazine odasından
uzaklaşmak istiyordu.
Bir yandan savaşıyor, bir yandan da dehlizde ötelere, uzaklara
ulaşmaya çabalıyordu. O gittikçe diğerleri de peşinden ayrılmıyor,
taciz etmekten vazgeçmiyorlardı. Dehlizde dövüşe dövüşe ilerlemeye
çalışan yaşlı adam geri geri giderken ayağı küçük bit taşa takılınca
sırt üstü yere düşünce canlı varlıkların mırıltısı uğultuya dönüştü.
Sanki hep bir ağızdan zafer şarkıları söylüyorlardı.
Arif amca yolun sonuna geldiğini anlamış, bir anlamda kaderine
çoktan razı olmuştu. Yıllar boyu hayalini kurduğu hazineye ulaşmışken
canı tehlikeye düşünce gözü hazine falan görmüyordu. Hazine mi, canın
mı Diye soran biri olsa Arif amcanın cevabı elbette ki canı olurdu.
Kendi öldükten sonra dünyanın bütün hazineleri ayağının altına serilse
kimin işine yarardı ki? Canlı, biçimsiz varlıklar yere düşen Arif
amcanın üzerine hücum etmiş, bütün bedenini kuşatmışlardı.
Tam her şeyin bittiğini düşündüğü esnada birden dehlizin içini
korkunç bir böğürtü duyuldu. Arif amca çaresizlikle sesin geldiği yere
dönüp bakınca çok iri bir ayının varlıklarla mücadeleye girdiğini
görünce biranda içinde yaşam isteği artı, mücadele azmi kabardı. Koca
ayı canlı varlıklara pençeleriyle saldırırken dişleriyle de dehşet
saçıyor, çirkin varlıkları geriletiyordu. Aynın insanoğlunun yardımına
koşması inanılır gibi değildi.
Ancak masallarda anlatılacak olaylar gerçekten yaşanıyordu. Koca ayı
etrafı boşaldığı bir anda köşeye oturur gibi çömeldi, ıkındı, sıkındı,
dışkısını yaptı. İmal ettiği dışkıyı avuçladı, çirkin varlıkların
üzerine doğru savurdu. Ayının dışkısı değen varlıklar bir anda eridi,
buhar oldu, havaya karıştı. Resmen bir mucize yaşanıyordu. Ayının
dışkısı sanki nükleer bombaymış gibi çirkin varlıkları püskürtmüş,
birçoğunu etkisizleştirmişti.
Aynın dışkısından kurtulabilenler tek çareyi sıvışmakta bulduklarında
dehlizde ayı ve Arif amcadan başka canlı varlık kalmamıştı. Etrafları
boşalınca ayı pençeleriyle Arif amcayı itekleyerek önüne kattı,
ilerlere götürdü. Arif amca önce, koca ayı arkada bir süre dehlizde
ilerlediler sonra birden bire gün ışığını gördüler. Arif amca mağaranın
dışına baktığında 500-600 metre aşağıda köpürerek akan suyun Softaboğan
çayı olduğunu anlayınca, Bakacak tepenin doğuya bakan tarafında
olduklarını anladı.
Önünde uçurum, arkasında vahşi olduğuna az önce gözleriyle şahit
olduğu koskoca ayı varken başıma bu da mı gelecekti gibilerden mağaranın
duvarına yaslanmış ayakta dikilirken, Ayı homurduyor, mağaranın
girişindeki içi elma, armut dolu sandıkları işaret ediyor gibiydi. Canı
ne elma ne armut istiyordu Arif amcanın tek derdi buradan kurtulmaktı.
Dünyanın bütün hazineleri kendisine verilse şu an tekmeyi basar,
kafasını çevirir, giderdi.
Ayı tereddüt eden Arif amcaya doğru bakıyor, kendisinin ömrünü
vereceği meyveleri neden yemediğini anlamak ister gibi davranıyordu.
Ayının sunduğu enfes meyvelere el uzatmaktan çekinen Arif amca koskoca
ayının önünde eğilmesiyle bir anda şaşkına döndü.
Boz renkli tüylü yaratık dişiydi ve canı Arif amcayla cilveleşmek
istiyordu. Ayı öyle yaptı, böyle yaptı, Arif amcaya isteğini,
muradını anlatamadı. Aslında yıllarını kunduracıların arasında geçirmiş,
hayat tahsilini kunduracıların arasında yapmış bulunan Arif amca
ayının niyetini çoktan anlamıştı ama gerek yaşı, gerek yol yorgunluğu
ve gerekse yaşadığı akıl almaz macera nedeniyle bir türlü ‘’o’’ işe
odaklanamıyor, mavi nüfus kâğıdı almasına yarayan organı beyninin
emirlerine isyan ediyor, ereksiyona erişemiyordu.
Ayı, baktı olmuyor, kurtardığı insanoğlu kapris yapıyor, kendisini
cinsel doyuma, ulaştırmaktan, vücudunun ihtiyacını tatmin etmekten
geri duruyordu, adeta nankörlük yapıyordu, öyleyse cezalandırılmayı
çoktan hak etmişti. Ayının öfkeli bakışlarında yerli filmlerde
zorbaların elinden kurtardığı genç kızı yere devirerek üzerine çıkan
afilli delikanlının yaptığını yapmak isteyenlerin bakışları seziliyordu.
Bir mucize olup koca ayı dile gelseydi ne söyleyeceği bakışlarından
anlaşılıyordu. Lan hanzo diyecekti Arif amcama. Seni biz boşuna mı
kurtardık? Sonra isteğimiz çok mu saçma ki bize burun çeviriyor,
küçücük bir isteğimizi çok görüyorsun… Ayı baktı, baktı, baktı, Arif
amcamda hiçbir hareket yok, yaşlı adamı tuttuğu gibi mağaranın ağzına
getirdi, ayakları boşlukta sallanan adamı aşağı 500-600 metre aşağıdaki
kayaların üzerine fırlattı.
Yaşlı adamın düştüğü kayalıkların üzerinde parçalanarak can
vermesinin üzerinden günler sonra Softaboğan çayına alabalık avına gelen
iki kişi tarafından bulundu. Alabalık avcıları parçalanmış vebir bölümü
vahşi hayvanlarca yenmiş cesedi görünce zavallı adamın alabalık avlamak
isterken ayağı kayarak düşmüş olabileceğini düşünmüşlerdi, adamın
karşılıksız bir aşkın kurbanı olduğunu bilmeleri asla mümkün değildi…