Giriş Sayfası Forum Anasayfası Forum Anasayfası <>5Tarihî Süreçte; <>5Sanatsal, Kültürel Faaliyetler - Haberler <>5Ve İnsan...
  Yeni Mesajlar Yeni Mesajlar
  SSS SSS  Forumu Ara   Kayıt Ol Kayıt Ol  Giriş Giriş

Büyüklere Fantastik Masallar : Defineci Arif Amca

 Cevap Yaz Cevap Yaz
Yazar
Mesaj
  Konu Arama Konu Arama  Konu Seçenekleri Konu Seçenekleri
magistratus Açılır Kutu Gör
Yönetici
Yönetici
Simge
Magistratus

Kayıt Tarihi: 31/Aralık 2017/2006
Son Giriş: 15/Şubat 2017/2011
Konum: Globe
Durum:
Gönderilenler: 397
  Alıntı magistratus Alıntı  Cevap YazCevapla Mesajın Direkt Linki Konu: Büyüklere Fantastik Masallar : Defineci Arif Amca
    Gönderim Zamanı: 08/Eylül 2017/2010 Saat 08:11

Kunduracı Kıvırcık Kerim ustanın çocuk ayakkabısı ürettiği atölyede kesicilik yapıyordu Arif amca… Sessiz, sakin biriydi. Söze fazla karışmaz, sorulmazsa dinlemeyi tercih ederdi. Nedense yaşını ve nereli olduğunu söylemiyor, geçmişiyle ilgili soruları geçiştiriyordu. 55-60 yaşlarında gösteriyordu. Yılların yorgunluğu bedenini vaktinden önce çökertmişti.

Merkez Bankasının arka aralığında, yukarı çıktıkça daralan yolun arabalara geçit vermeyen köşe başındaki dükkânın alt katındaydı kundura atölyesi. İki ayak merdivenle inilen dükkânda sıkış tepiş çalışıyordu elemanlar. Çalıştıkları dükkân eskiden çok bakımlı bir evken, giderek çarşının ortasında, esnafın içinde kaldığından oda oda kiraya verilen eski bir yapının bir zamanlar mutfak olarak kullanılan bölümüydü.

Bu bölümün eskiden mutfak olduğu sonradan açıldığı gün gibi aşikâr sokak kapısından içeri girince sağ köşedeki eski ocağın bacasından anlaşılıyordu. Ocağın boşluğuna küçük bir tahta masa koyulmuş, etrafına iki tahta sandalye yerleştirilmiş, atölye sayacısına tezgâh oluşturulmuştu. Sayacı tezgâhının soluna düşen duvar dibinde saya makinesi, onun sağında da Arif amcanın saya kestiği, kalıptan çıkan ayakkabıları satışa hazırladığı masa vardı.

Ayakkabıyı kalıptan çıkarmakla iş bitmiyordu kunduracılıkta. Kalıba çekilirken, sayayı ağızdaki meşine monte çivisi çakarak kalıba tutturmaya yarayan fazlalıklar kesici bıçağıyla temizlenirdi öncelikle. Sonra içine mostralık astar koyulur, saya koyu renkse rengine göre boyayla ayakkabının ağzı boyanır, ispirto ateşine tutulur, tavlanırdı. Tavlanan ayakkabı temiz bir bezle güzelce silinir, üzerindeki kirler giderilir, en son burun ve topuk kısımları bir birinin aksi istikamete bakar vaziyette çiftleştirilir, karton kuyuya koyulur, satışa hazır hale getirilirdi.

Tamamı genç ve bir o kadar da atak 4 kalfanın ve kalfa yardımcılarının bir gözü pencerelerde olurdu sıcak havalarda...

Yukarıdan geleni ve dükkânın önünden geçeni görmeye yarayan iki penceresi vardı zeminden bir metre kadar düşük dükkânın. Hele yukarıdan aşağı doğru dekolte giyimli biri yaklaşmaya görsün, zaten tetikte bekleyenlerden biri Aalllaaaah diye bir çığlık attı mı, birden bütün çalışanlar elindeki işlerini bir tarafa sıpıtır, camların önüne koşar, gelen genç ve alımlı bayanları izlerdiler adeta podyumdaki mankenleri izlercesine...

Bir tek Arif amca koşmazdı camın önüne Aalllaaahhh çığlığını duyunca. Yaşı mıydı, inançları mıydı, yoksa yapılan işin saçmalığı mıydı bilinmez ama Arif amca bir kez bile kafasını çevirip bakmazdı cıbıl bayanlara. Farz edin ki külotunun rengini gördünüz, elinize ne geçecek der, gençlerin yaptıkları terbiyesiz dikizciliğin anlamsızlığını anlatmaya çalışırdı.

Bir tek sohbet konusu vardı ki o konu açıldığında Arif amcanın ağzı bir türlü kapanmadığı, anlatırken kendinden geçtiğinden ağzının kenarından köpükler çıktığı konu definecilik konusuydu. Definecilik hastasıydı Arif amca. Definecilikten söz açıldığında Arif amca dünyasını unutur, konuşur da konuşurdu.

Arif amcanın büyük bir kararlılıkla sürdürdüğü iddiasına bakılırsa define bulmak hiç de zor değildi onun için. Ben buradan çıkıp Uludağ’a doğru yürüsem, Uludağ’ı aşıp dağ ardına erişsem, Kütahya’ya kadar birçok yerde gömülü olduğunu bildiğim defineyi elimle koymuş gibi bulurum derken dükkânda bulunanlar gülmekten kendini alamazlardı. Neden gidip almıyorsun da burada çile çekiyorsun diye soru sorana, ters ters bakmış, biraz duraladıktan sonra, her şeyin vakti saati var evlat diye cevaplamıştı.

Bu işin sırrı nedir, defineyi nasıl buluyorsun? Diyene de küçümser ifadelerle bakmış, gayet basit demişti cevaben. Y Biçimi çatalı olan bir fındık dalı bulacaksın. Sap ve Y biçimli iki dalını birer karış uzunluğunda keseceksin, üzerlerindeki kabuğu bıçakla temizleyeceksin, çatalın bir tarafına Arapça harflerle Allah, diğerini Muhammed yazacaksın. Sap tarafına da Arapça besmele yazacaksın, araziye çıktığında iki elinle çatalı tutacak, sap tarafını ileri uzatırken özel duayı okuyacaksın, uzattığın tarafta define varsa sen engellesen bile çatalın ucu defineye doğru döner, definenin nerede olduğunu belli eder.

Dalın işaret ettiği yeri kazarsın, defineyi çıkarırsın, torbana doldurursun, Bursa’ya geri döner, keyfini sürersin… Yaşlı adamın bu denli kesin konuşması alaylara sebep oluyordu. Kıvırcık Kerim usta bir Arif amcanın gıyabında kendine has bir üslupla adam define bulduğundan bahsediyor, üzerinin döküldüğünü görmüyor. Adamın ceketinin yakasından iki tencere kuru fasulye pişirecek kadar yağ var, yine de zengin edebiyatı yapıyor. Avcılar bir, defineciler iki. Bu iki grup insanın Allah bir demesinden başka bir sözüne inanmayacaksın derken dinleyiciler gülmekten yerlere yatıyorlardı.

İşlerin yavaşladığı döneme girildiğinde bir cumartesi günü Arif amca haftalığını almış, eski elbiselerini ve özel eşyalarını bir poşete doldurmuş, Kıvırcık Kerim usta ve diğer çalışanlarla vedalaşırken kendisine nereye gideceği soruldu. Yaşlı adam atölyede bulunanların kendi hakkında beslediği düşünceleri biliyordu, buna rağmen, ‘’Uludağ’a define aramaya gidiyorum’’ demekten de kendini alamamıştı.

Uludağ’ a define aramaya gidiyorum’’ sözünü öyle bir içten, öyle büyük bir samimiyetle söylemişti ki yaşlı adam, onu duyan sanki pazara elma, armut almaya gidiyorum dediğini zannedebilirdi. Yaşlı adam arkasından gülüşenlere hiç kızmadı. Neticede hepsi cahil insanlardı, kendisini anlamamaları çok normaldi.

Arif amca dükkândan çıkınca doğru Çancılar çarşısına gitti, inşaat malzemeleri satan bir dükkâna girdi, tam 20 metre gayet sağlam polyester urgan kestirdi, parasını ödedi, diğer ihtiyaçlar için çarşının diğer bölümüne yöneldi. Bir başka dükkandan pilli lamba aldı, onu da diğer eşyaların yanına yerleştirdi.

Dağ yolculuğu için lazım olan malzemelerin hepsini tamamladı, Piremir semtindeki gecekondusuna giderek yatağına uzandı. Arkadaşlarından biri 20 metrelik urgan aldığını bilmiş olsaydı mutlaka şaşırırdı. Çünkü bu güne kadar Uludağ’a çıkışlarında yanında urgan götürmeye gerek duymamıştı.

Atı yoktu ki dönüşte bir at yükü odun indirsin. Bir top sağlam keten ipi dağda birçok işe yarardı, 20 metrelik urganın ne işe yarayacağını ise Arif amcadan başkası öldür Allah bilemezdi. Bundan haftalar önce Uludağ’a bir çıkışında Bakacak tepenin Bursa’ya bakan tarafında, tepeyle tepenin oturduğu tabanın tam ortalarında, kayalıklarda, girişi küçük ağaçlarla örtülü bir giriş bulmuştu. Giriş ne in olacak kadar küçük ne de mağara denilecek kadar genişti.

Yanına yaklaşana kadar böyle bir manzarayla karşılaşacağını düşünemezdi bile, zira gördüğü manzara gerçekten de çok sıra dışıydı. Bunca yıldır Uludağ’da dolaşırdı, böyle bir manzaranın olabileceğini ne duymuş ne de görmüştü. Çok yanına yaklaşana kadar girişin farkına bile varamamış, girişi tesadüfen bulmuştu.

Kayalıkların balkona benzer çıkıntı yaptığı bir yerde, yukarı kısımda 2 metre aralıkla iki delik, onların 3 metre kadar altında bir başka delik daha vardı. 3 deliğin görünümü tam olarak bir insanın kafatasını andırıyordu. Sanki üstteki 2 delik göz çukuruydu da, alttaki delik ölmüş ve etleri dökülmüş bir insanın ağzına benziyordu.

Üst taraftaki, göz çukurlarına benzeyen oyuklara girmiş, 1, 5 metre sonra oyukların son bulduğunu görmüştü. Geriye bir tek ağza benzer giriş kalmıştı fakat ağzın girişi sağa keskin bir dönüş yapıp aşağıya doğru meyil aldığını görünce daha fazla ilerlemeye cesaret edememiş, geri dönmüştü.

Çarşıdan aldığı 20 metrelik sağlam urganı işte o girişe girebilmek için kullanacaktı. Sırtüstü yattığı yerden hayaller kurarken uyuya kalan Arif amca sabahleyin horozların ötüşmesiyle uyanınca ‘’yolcu yolunda gerek’’ diyerek yüzünü yıkadı, bir gün önceden hazırlayıp kapının yakınına bıraktığı malzeme torbasını sırtına vurdu, evden çıktı, Teleferik yönüne gitmek üzere yola koyuldu.

Teleferik binası yakınlarında küçük bir çay ocağına girdi, bir çay söyledi, kahvecinin evde yaptırarak satışa çıkardığı çöreklerden iki tane aldı, peş peşe söylediği çaylarla birlikte yiyerek karnını doyurdu. Çay ocağından çıktığında karnı iyicene doymuştu Arif amcanın. Sonra en yakındaki ekmek fırınına yöneldi, fırından yeni çıkmış, sıcak ekmeklerden fazla fazla aldı, torbasına attı.

Ekmeği özellikle fazla almıştı, çünkü Uludağ’a çıkınca, önceden yapılan plan, programlar hiçbir işe yaramıyordu, canı ne zaman isterse geri o zaman dönüyordu, yanındaki ekmek biterse dağ başında cebindeki para işe yaramazdı, bu yüzden ekmeği fazlasıyla almıştı. Karnı toktu, sırtı pekti, ekmek de torbaya girmişti, öyleyse Uludağ’a çıkmasını engelleyecek bir manisi kalmamıştı.

Arif amca şehir merkezinden gelerek Siteler istikametine giden bir belediye otobüsüne bindi, Kaplıkaya camisinin önündeki durakta otobüsten indi, onu indiren otobüsün sola döndüğü noktada karşıya geçti, Kaplıkaya parkına girdi, Kaplıkaya deresinin kıvrıla kıvrıla yukarı çıkan dere yatağını takip ederek sabahın serinliğinde Bakacak istikametine doğru yürüdü de yürüdü.

Kaplıkaya deresinin yatağını takip ederek yukarı doğru tırmanan patika bazen suyun sağına bazen de soluna geçiyordu. Sat erken olduğundan dere içinde Arif amcadan başkası görünmüyordu, derede aka billur gibi suyun çıkardığı su sesinden başka da bir ses duyulmuyordu. Adını yer yer 7-8 katlı bir apartmandan daha büyük kayaların bulunduğu kayalıklardan alan dere iki yakanın en dar olduğu mıntıkadan sonra aniden genişliyor, genişlerken de arazinin eğimi giderek düzeliyordu.

Eski dağcıların ‘’kapı’’ dediği yerdi burası. Bir zamanlar dere kıyısında ufak ufak su değirmenlerinin kurulu olduğu arazi, su değirmenlerinin modasının geçmesi ve zamanla da yıkılmasıyla binalardan eser kalmamıştı. Buradan Bakacak tepenin oturduğu zeminin yanına varana kadar yol nispeten düzeliyor, tepenin eteğine gelince ise aniden yükseliyor, aşağıdan bakılınca bulutların arasına gidiyormuş gibi hissediliyordu.

Tepenin, 3 tarafı dağlarla çevrili eteğine varana kadar acele ediyordu Arif amca. Çünkü ondan sonrası hakikaten çok zordu; yolu, göğe çevrili bir işaret parmağına benzer biçimde aniden yükselen bir tepeye doğru gidiyordu. Güneş yükselip yakıcı olmadan önce gidebildiği kadar yol gitmek istiyor, bu nedenle molalarını kısa kısa vermek zorunda kalıyordu. Tepenin eteğine varınca başını kaldırdı, aniden yükselen Bakacak tepeye hayranlıkla bakakaldı.

Bu yoldan Bakacak tepeye ulaşabilmesi her babayiğidin harcı değildi elbet ama Arif amca yılların dağcısı ve çok istekli bir defineci olduğundan bütün zorlukların üstesinden gelmeye kararlıydı. Zor işler güçlü insanların halledebileceği, altından kalkabileceği işlerdi. Zayıf insanlar sıkıntı çekmek istemeyen, dağdan uzak duran, bu nedenle de sigara dumanı soluyarak kahve köşelerinde ömür tüketen insanlardı.

O mağaramsı girişi tesadüfen bulduğu günden beri Arif amca aklını oraya takmıştı, yatıyordu, kalkıyordu, geziyordu, oturuyordu, su içiyor, ekmek yiyordu, o girişi Aklından çıkaramıyordu. Bir ara gençten bir yol arkadaşı bulmayı düşünmüş ise de bulabilirse hazineyi paylaşmak istemediğinden yanına hiç kimseyi çağırmamıştı.

Hoş çağırsa da Arif amcanın kurduğu hayallerin gerçekliğine inanacak kaç kişi vardı ki koca Bursa’da, Arif amcanın peşinden gitsindi?

Kafasını kaldırdı, bulutlarla bir seviyede gibi görünen tepeye baktı. Durduğu yerden tepe ulaşılamaz, erişilemez gibi görünüyordu. Bir anlığına karamsarlığa düşmüş olsa da bulacağı hazinenin cazibesi hatırına gelince aklındaki negatif düşünceyi kışkışladı, içinden bir besmele çekerek tırmanmaya başladı.

Arif amcanın tırmandığı tepede ne yol ne de iz vardı. Sırtını Bursa’ya çevirmiş, elleriyle kayaları, ya da ağaç köklerine tutunarak kendini yukarıya çıkıyor, sonra bir başka engeli aşabilmek için vücudunu zorluyordu. Ayağı bir kaymış olsa, düştüğü yerde paramparça olacağını aklına bile getirmeye korkarak sürekli tırmanmaktan elleri şişmiş, kan ter içinde kalmıştı.

Tırmandı, tırmandı, tırmandı. Soluğu kesilince biraz soluklandı, ardından yeniden tırmandı. Tam pişman olmaya başlamıştı ki haftalardır hayalini süsleyen mağaramsı oyukların girişini gizleyen terasımsı çıkıntıya çıktı, derin bir soluk alarak kendini yere attı, sırtını kayalara dayadı.

Şu anda Bursa’ya tam karşıdan ve en aşağı 1000 metre yukarıdan bakıyordu. Yaz sıcağı Bursa ovasını etki altına aldığından ova puslu görünüyordu. Arif amca çıkarken çok terlemişti, uzaktan bakınca erişilemezmiş gibi görünen yalçın kayalara sırtını dayayıp oturunca 1000 metre yukarıdaki serin hava Arif amcayı üşütmüştü. Nihayet işin en zor kısmını halletmişti, bundan sonrası çocuk oyununa benziyordu.

Mağarada bulacağı hazineyi düşünmek Arif amcanın bütün yorgunluğunu gidermişti, ayağa kalktı, bir an önce işe koyulmak istedi. Çarşıdan aldığı kalın urganı çıkardı, bir ucunu aşağı doğru ine girişin önünü kapatan bodur ağacın gövdesine doladı, her ihtimale karşı 3 tane kör düğüm attı.

Boşta kalan uca da iri bir taş bağladı, delikten aşağı salladı. Taş, şişman bir insanın sürünerek rahatlıkla girebileceği genişlikteki girişin duvarlarına çarpa çarpa aşağı inerek tok bir sesle tabana vurunca Arif amca kat edeceği mesafenin en fazla8-10 metre olacağını anlamış, biraz da olsa ferahlamıştı.

Tek başına bin metre yukarı tırmanan bir insan 8-10 metreyi nasıl olsa rahatlıkla aşabilirdi, aşınca da hayallerini süsleyen hazineyi bularak Bursa’ya zengin bir insan olarak dönmesine sayılı dakikalar kalmıştı. Uludağ’da yüzlerce mağara varken ve hiç birisinde böyle ümide kapılmamışken burada hazine bulacağına inanması tamamıyla mağaranın bu güne kadar gördüğü en sıra dışı mağara oluşundandı.

Bursa civarında yaşamış eski insanların hazineyi saklamak isterlerse bundan daha elverişli bir yer bulabileceğine ihtimal vermediğinden bu mağarada define bulacağına neredeyse iman etmişti. Sırtını mağaranın girişine verdi, ipe tutunarak aşağı doğru kaymaya başladı. 2 metre kadar gitmişti ki tünele benzeyen giriş önce sağa, 2 metre kadar sonrada sola dönmüştü.

Tünelin mehili giderek dikleşiyor, neredeyse baca gibi dimdik aşağı iniyordu. Şu an elleriyle ipe tutunurken ayakları baca duvarına dayanmış gibiydi. Allah hayırlar versin diyerek kendini yavaş yavaş aşağı salmaya devam etti. Aşağı doğru en fazla 5 metre kadar inerken sadece birkaç dakika geçmişti ama bu birkaç dakika Arif amcaya saatler kadar uzun gelmişti.

Kayalara dayadığı bacakları sert kayalara sürtünmekten berelenmişti, ipe sıkı sıkıya tutunmaktan kol ve omuz kasları kopacak kadar ağrımaya başlamıştı. Derken ayakları zemine basınca Arif amca derin bir ooh çekti, torbasından çıkardığı pilli feneri yakarak etrafını araştırmaya başladı. Geldiği yolu saymazsa gidecek tek yol karanlıklar içinde uzanan dehlize benzer bir yoldu, Arif amcanın da bu yolu takip etmekte başka bir çaresi yoktu.

Dehlizin duvarları yosun kaplıydı, bazı yerlerden sular damlıyordu. Arif amca soluk almakta zorlandığını hissetti. Dehlizde hava azdı ve var olan hava da küf kokuyordu. Orta boylu bir insanın eğilmeden yürümesine imkân verecek kadar yüksekliği olan dehlizi takip eden Arif amca ister istemez gerilmişti. En ufak bir ses, en ufak bir çıtırtı duyduğunda duruyor, etrafa kulak kabartıyor, kimsenin olmadığını anlayınca ilerlemeye devam ediyordu.

Dehlizde 10 dakika kadar ilerlemişti ki bir salona benzeyen genişliğe ulaşınca gözlerine inanamaz olmuştu. Salon büyüklüğündeki genişliğin duvarları rengârenk renklerle pırıl pırıl parlıyordu. Mavinin, yeşilin, sarının, kırmızının yüzlerce tonu göz kırpan ışıldaklar gibi parlayıp sönüyor, genişliği gece kulüplerine benzer bir hava veriyordu.

Dağın içinde, girişin 10 metre kadar altında, böylesine bir manzarayı rüyasında görse inanmaz, korkudan dudakları uçuklardı yaşlı adamın ama buradaki muazzam ortam resmen büyülemişti, etrafı hayranlıkla seyrediyordu. Gördükleri büyü müydü, sihir miydi, yoksa daha önce hiç görmediği, varlığını dahi bilmediği yaratıkların eseri miydi bir türlü karar veremiyordu.

Bildiği bir şey varsa buradaki enteresan görüntü asla kendisi gibi bir âdemoğluna ait olamazdı. Işıltılı salonun diğer ucundaki tünelde ilerlemeye devam etti, 3-4 dakika gitmişti ki bir öncekinden daha geniş, daha ışıltılı bir başka salona çıkınca bir anlığına nefesi kesilecek sandı.

Tam bir dikdörtgen biçiminde oluşan salon muhtelif renkteki ışıklarla bezeliydi ve ortalık gün ışığı almış gibi göz kamaştırıcı bir aydınlığa sahipti. Bakışlarını uzaktaki sağ köşeye çevirince dudaklarından bir aman Allah’ım nidası dökülüverdi. Sağlığında sırtını taş duvara dayamış da canını böylece teslim etmiş gibi 3 insan iskeletini görmek Arif amcayı müthiş korkutmuştu.

Korka korka iskeletlerin yanına gitti, pilli fenerin ucuyla iskeletin bir tanesinin bir zamanlar başı olan küreye dokununca delikli küre yerinden koptu, yerde yuvarlanarak Arif amcanın bacaklarının dibine düştü. Ağız ve burun kısmı yukarı, kendini dehşetle seyreden Arif amcaya dönük duran kuru kafa yattığı yerden sırıtıyor gibiydi.

Arif amca buraya geldiğine bin kere pişman etmişti, bir an önce kaçmak istiyordu ama merakı ağır bastı, karşı köşedeki yerden bir metreye kadar yükselen iri bir kayanın ardına bakınca gözlerine inanamadı.

Bütün hayatı boyunca görmek istediği manzara bir anda gözlerinin önüne serilmişti. Gözlerine inanamıyor, yanlış görmüş olmaktan, gördüklerinin bir anda silinip gitmesinden korkarak gözlerini ovuşturuyordu.

Yerden bir metre kadar yüksekliği olan iri kayanın arkasında, köşeye bırakılmış bir öbek altın ben buradayım diyerek pırıl pırıl parlıyordu. Arif amca birden altın öbeğinin üzerine atladı, avuçladığı altınları başından aşağı saçmaya başladı. Bir yandan altınları havaya atıyor, bir yandan da sevinç çığlıkları atıyordu.

Sevinmek onun yerden göğe kadar hakkıydı. Bu zamana kadar gariban bir hayat sürmüş, yarı aç, yarı tok yaşamıştı. O sevinmesin de kim sevinsindi? Kendini yerlere atıyor, yerde taklalar atıyor, ayağa kalkıyor, hopluyor, zıplıyor, kendini tekrar yerlere atıyordu. Bitmişti, gariban hayatı sona ermiş, parasızlık çektiği günler bitmişti. Bundan sonra herkesin kıskanacağı bir hayat sürecekti.

Canı istediği zaman İskender kebabın en alasını yiyecek, üstüne bugüne kadar iki tanesinden fazlasını yemeye güç yettiremediği kestane şekerinin en babasını lüpletecekti. Garibanlıktan, cebinde parası olmadığından giremediği Bursaspor’un maçlarını bundan böyle kapalı tribününden seyredebilecekti.

En basiti gecekonduda yattığı uzun kış gecelerinde sobayı yakacak odun-kömür olmadığından titrerken artık insan gibi yaşayacağı bir mekâna taşınacak, kış gecelerini sıcak odasında, sıcak yatağında geçirecekti. Kim bilir, parası olunca gece yatağını paylaşacak ehli namus bir kadını da eş olarak alabilir, hayatını nikâhına aldığı bir kadının arkadaşlığı eşliğinde sürdürebilirdi. Saatler durmuş, vakit ilerlemiyordu.

Varsın ilerlemesindi… Parası olana vakit ilerlemese de olur, saatler geçemese de olur, takvimler ve hatta mevsimler değişmese de olurdu… Neler yoktu ki bulduğu hazinenin içinde. Altın vazolar, çanak biçimi altın eşyalar, küçük altın hayvan figürleri işlenmiş altın heykeller, parmak kalınlığında bilezikler, boyunluklar, kenarı tırtıklı paralar, daha neler neler.

Altın eşyaların yanı sıra daha önce ömrü boyunca görmediği, adını bilmediği, kan kırmızısı, camgöbeği mavisi, Uludağ yeşili renkli göz alıcı taşlar vardı. Biraz sakinleşip kendine geldiğinde elinin altındaki hazinenin ederini kafasında tartsa da bir türlü ne kadar para yapacağını bilemiyordu. Miktar olarak ne kadar para tutacağını bilemese de sahip olduğu hazine hayatının bundan sonrasını bolluk içinde geçirmesi için fazlasıyla kafi gelmesini biliyor olması yeterliydi.

Yanında getirdiği torbayı yere döktü, henüz soğumamış taze ekmekten koca bir parça kopardı, ağzına attı. Ardından su şişesini kafasına dikti, kocaman bir fırt çekti, geri kalanı yere döktü, hazineyi son kırıntısına kadar torbasına doldurmaya kararlıydı. Yere yayarak ağzını açtığı bez torbaya altınları iki eliyle doldururken kayaların çatlaklarından, taşların altından sızarak hazine odasına dolan gaz benzeri dumanlar görünüşü kısıtlamış, hava almasını zorlaştırmıştı.

Arif amca aniden değişime uğrayan ortamdan endişeye düşmüştü, acele acele altınları torbaya doldururken havaya sızan gazlar yoğunlaşarak mırıldanarak insana benzer bir varlığa dönüşüyordu. İnsansı bir görünüme dönüşen varlıklar yaklaşık 70-80 santim boyunda, çekik gözlü, çıkık elmacık kemikli, kareye benzer suratlı, enlemesine genişliğe sahipti.

Sayıları giderek artıyordu. Sayıları arttıkça Arif amcaya doğru yöneldiler, kollarıyla ters orantılı çok uzun, çok ince parmaklarını Arif amcaya uzatarak tensel temas sağladılar. Arif amca kendisine temas eden varlığı önce yılan zannetti, yılana şerbetli olduğundan fazla önemsemediyse de bir anlığına kafasını kaldırınca göz göze geldiği varlığı görünce korkuyla irkildi, elindeki torbayı atarak ayağa kalkmaya çalıştı. Varlıkların sayısı arttıkça cesaretleri artıyordu, sarmaşık filizine benzeyen parmaklarıyla Arif amcanın bedenine değmek istiyorlardı.

Arif amcanın bedenine temas etmeyi başaran varlıkların değdiği yer anında ateş değmiş gibi yanıyordu. Canı yanan ve çare bulmazsa giderek de yanacağa benzeyen Arif amca birden silkindi, kendisine değmek, böylece yakmak, kavurmak isteyen canlı varlıklara karşı kendini müdafaa etmeye başlamıştı. Görünümleri çok çirkin ve bir o kadar da korkutucu olan canlı varlıklar oldukça güçsüzdü, Arif amcanın can havliyle savurduğu yumruklar 3-5 tanesini yere deviriyordu. Fakat yere düşenlerin yerine çok daha fazlası peydah oluyordu.

Yumruk, tekme atarken de bildiği bütün duaları tekrar tekrar okuyan Arif amca yumruklarıyla, tekmeleriyle karşısında sayısı giderek artan canlı varlıklarla mücadeleyi daha fazla sürdüremeyeceğini anlamış, en yakındaki çıkışa doğru gidebilmeyi amaçlıyordu. Tercih ettiği çıkış geldiği yolun aksi istikamette olmasına rağmen Arif amca duyduğu korku ve yaşadığı panikle sağlıklı düşünemiyor, bir an önce hazine odasından uzaklaşmak istiyordu.

Bir yandan savaşıyor, bir yandan da dehlizde ötelere, uzaklara ulaşmaya çabalıyordu. O gittikçe diğerleri de peşinden ayrılmıyor, taciz etmekten vazgeçmiyorlardı. Dehlizde dövüşe dövüşe ilerlemeye çalışan yaşlı adam geri geri giderken ayağı küçük bit taşa takılınca sırt üstü yere düşünce canlı varlıkların mırıltısı uğultuya dönüştü. Sanki hep bir ağızdan zafer şarkıları söylüyorlardı.

Arif amca yolun sonuna geldiğini anlamış, bir anlamda kaderine çoktan razı olmuştu. Yıllar boyu hayalini kurduğu hazineye ulaşmışken canı tehlikeye düşünce gözü hazine falan görmüyordu. Hazine mi, canın mı Diye soran biri olsa Arif amcanın cevabı elbette ki canı olurdu. Kendi öldükten sonra dünyanın bütün hazineleri ayağının altına serilse kimin işine yarardı ki? Canlı, biçimsiz varlıklar yere düşen Arif amcanın üzerine hücum etmiş, bütün bedenini kuşatmışlardı.

Tam her şeyin bittiğini düşündüğü esnada birden dehlizin içini korkunç bir böğürtü duyuldu. Arif amca çaresizlikle sesin geldiği yere dönüp bakınca çok iri bir ayının varlıklarla mücadeleye girdiğini görünce biranda içinde yaşam isteği artı, mücadele azmi kabardı. Koca ayı canlı varlıklara pençeleriyle saldırırken dişleriyle de dehşet saçıyor, çirkin varlıkları geriletiyordu. Aynın insanoğlunun yardımına koşması inanılır gibi değildi.

Ancak masallarda anlatılacak olaylar gerçekten yaşanıyordu. Koca ayı etrafı boşaldığı bir anda köşeye oturur gibi çömeldi, ıkındı, sıkındı, dışkısını yaptı. İmal ettiği dışkıyı avuçladı, çirkin varlıkların üzerine doğru savurdu. Ayının dışkısı değen varlıklar bir anda eridi, buhar oldu, havaya karıştı. Resmen bir mucize yaşanıyordu. Ayının dışkısı sanki nükleer bombaymış gibi çirkin varlıkları püskürtmüş, birçoğunu etkisizleştirmişti.

Aynın dışkısından kurtulabilenler tek çareyi sıvışmakta bulduklarında dehlizde ayı ve Arif amcadan başka canlı varlık kalmamıştı. Etrafları boşalınca ayı pençeleriyle Arif amcayı itekleyerek önüne kattı, ilerlere götürdü. Arif amca önce, koca ayı arkada bir süre dehlizde ilerlediler sonra birden bire gün ışığını gördüler. Arif amca mağaranın dışına baktığında 500-600 metre aşağıda köpürerek akan suyun Softaboğan çayı olduğunu anlayınca, Bakacak tepenin doğuya bakan tarafında olduklarını anladı.

Önünde uçurum, arkasında vahşi olduğuna az önce gözleriyle şahit olduğu koskoca ayı varken başıma bu da mı gelecekti gibilerden mağaranın duvarına yaslanmış ayakta dikilirken, Ayı homurduyor, mağaranın girişindeki içi elma, armut dolu sandıkları işaret ediyor gibiydi. Canı ne elma ne armut istiyordu Arif amcanın tek derdi buradan kurtulmaktı. Dünyanın bütün hazineleri kendisine verilse şu an tekmeyi basar, kafasını çevirir, giderdi.

Ayı tereddüt eden Arif amcaya doğru bakıyor, kendisinin ömrünü vereceği meyveleri neden yemediğini anlamak ister gibi davranıyordu. Ayının sunduğu enfes meyvelere el uzatmaktan çekinen Arif amca koskoca ayının önünde eğilmesiyle bir anda şaşkına döndü.

Boz renkli tüylü yaratık dişiydi ve canı Arif amcayla cilveleşmek istiyordu. Ayı öyle yaptı, böyle yaptı, Arif amcaya isteğini, muradını anlatamadı. Aslında yıllarını kunduracıların arasında geçirmiş, hayat tahsilini kunduracıların arasında yapmış bulunan Arif amca ayının niyetini çoktan anlamıştı ama gerek yaşı, gerek yol yorgunluğu ve gerekse yaşadığı akıl almaz macera nedeniyle bir türlü ‘’o’’ işe odaklanamıyor, mavi nüfus kâğıdı almasına yarayan organı beyninin emirlerine isyan ediyor, ereksiyona erişemiyordu.

Ayı, baktı olmuyor, kurtardığı insanoğlu kapris yapıyor, kendisini cinsel doyuma, ulaştırmaktan, vücudunun ihtiyacını tatmin etmekten geri duruyordu, adeta nankörlük yapıyordu, öyleyse cezalandırılmayı çoktan hak etmişti. Ayının öfkeli bakışlarında yerli filmlerde zorbaların elinden kurtardığı genç kızı yere devirerek üzerine çıkan afilli delikanlının yaptığını yapmak isteyenlerin bakışları seziliyordu.

Bir mucize olup koca ayı dile gelseydi ne söyleyeceği bakışlarından anlaşılıyordu. Lan hanzo diyecekti Arif amcama. Seni biz boşuna mı kurtardık? Sonra isteğimiz çok mu saçma ki bize burun çeviriyor, küçücük bir isteğimizi çok görüyorsun… Ayı baktı, baktı, baktı, Arif amcamda hiçbir hareket yok, yaşlı adamı tuttuğu gibi mağaranın ağzına getirdi, ayakları boşlukta sallanan adamı aşağı 500-600 metre aşağıdaki kayaların üzerine fırlattı.

Yaşlı adamın düştüğü kayalıkların üzerinde parçalanarak can vermesinin üzerinden günler sonra Softaboğan çayına alabalık avına gelen iki kişi tarafından bulundu. Alabalık avcıları parçalanmış vebir bölümü vahşi hayvanlarca yenmiş cesedi görünce zavallı adamın alabalık avlamak isterken ayağı kayarak düşmüş olabileceğini düşünmüşlerdi, adamın karşılıksız bir aşkın kurbanı olduğunu bilmeleri asla mümkün değildi…




Düzenleyen magistratus - 08/Eylül 2017/2010 Saat 08:52
Yukarı Dön
 Cevap Yaz Cevap Yaz

Forum Atla Forum İzinleri Açılır Kutu Gör

Bulletin Board Software by Web Wiz Forums® version 9.50
Powered by Web Wiz Forums Free Express Edition
Copyright ©2001-2008 Web Wiz

Bu Sayfa 0,156 Saniyede Yüklendi.